|
ILETISIM BILGILERI
Ali Özdemir
Uzman Ogretmen - Yazar - Yayinci
Tlf.:
0505 220 83 85
Adres: ERDEM YAYINEVI- BOLU
E-posta adresleri:
erdemyayinevi@gmail.com
aozdemir53@hotmail.com
1 -
https://erdemyayinevi.github.io/
2 -
www.x.com/Alizdemir161151
3 -
www.youtube.com/aliozdemir1
4 -
https://www.linkedin.com/in/ali-özdemir-1a1ab272/
5 -
https://bsky.app/profile/aliozdemir-net.bsky.social
6 -
www.facebook.com/www.aliozdemir.net
7 -
https://www.instagram.com/aliozdemir_net/
8 - www.aliozdemir.net
Ali Ozdemir
01.10.1968'de Bolu'nun Kıbrıscık ilçesinin
Bölücekkaya Köyünde doğdu. Sırasıyla Bölücekkaya Köyü İlkokulu, Kıbrıscık
Ortaokulu, Bolu Endüstri Meslek Lisesi Elektrik Bölümü, Marmara Üniversitesi
Teknik Eğitim Fakültesi, Elektrik Öğretmenliği Bölümünü bitirdi.
1989 yılında tamamladığı yüksek öğrenimi
sonrası Edirne-Uzunköprü Endüstri Meslek Lisesinde öğretmen olarak
çalışmaya başladı. 1990 yılında İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Ulaştırma
Yedek Subay Okulunda temel yedek subaylık eğitimi aldıktan sonra Tokat-Erbaa
Endüstri Meslek Lisesinde yedek subay öğretmen olarak askerlik görevini
tamamladı. Ardından yeniden Edirne-Uzunköprü Endüstri Meslek Lisesinde
çalışmaya başladı.
1991 yılında Manisa Merkez Endüstri Meslek
Lisesine tayin oldu. 1995 yılına kadar bu okulda çalıştıktan sonra kendi
isteğiyle Bolu İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesine nakil oldu. 1998
yılında aynı okulun elektronik bölümü şefliğine atandı.
Bu okulda görev yaparken ek olarak Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu
Meslek Yüksek Okulu, Endüstriyel Elektronik Programının bazı derslerini
(dışardan öğretim görevlisi olarak) verdi. Hafta sonlarıysa ECA Elginkan
Vakfının Bolu’daki Eğitim Merkezinde elektronikle ilgili olarak açılan
kurslarda eğitici olarak görev aldı. 2006 yılında uzman öğretmen unvanını
kazandı.
2007 yılı Haziran ayında AB Projesi kapsamında Almanya, Fransa, Hollanda ve
Belçika’da meslekî-teknik incelemelerde bulundu.
2007 yılında Murgul EML’ye tayin oldu. Bu
okulda atölye şefi olarak görev yaptı. 2008-2013 yılları arasında TC Lefkoşa
Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliğine bağlı olarak KKTC’de çalıştı. Burada
öğretmenlere, öğrencilere, halka elektrik, elektronik, bilgisayar ile ilgili
dersler ve kurslar verdi.
Ağustos 2013 tarihinde Zonguldak-Devrek
Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi, Elektrik-Elektronik Teknolojisi Alanına
uzman öğretmen olarak atandı.
26 Ocak 2015 tarihinde Zonguldak-Kozlu Meslekî ve
Teknik Anadolu Lisesine okul müdürü olarak atandı. 3 Temmuz 2019 tarihinde
kendi isteğiyle Zonguldak-Devrek Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesine okul
müdürü olarak atandı.
2021 yılından bu yana Ankara'da bulunan bir lisede çalışmaktadır.
Elektrik, elektronik, bilgisayar, otomotiv
elektroniği, iş güvenliği, beden dili, etkili iletişim, İngilizce, kişisel
gelişim, kalite vb. ile ilgili, Türkiye çapında dağıtımı yapılan 60'tan
fazla eseri vardır. Kitaplarını kazanç düşüncesiyle değil, ülkenin bilimine,
kültürüne katkı için hazırlamaktadır.
Ali Özdemir tarafından yazılmış
olan kitapların satıldığı bazı adresler:
www.kitapyurdu.com
www.amazon.com
______________________________________________________________________
Kitap yayınlamayı düşünüyorsanız bu
yazıyı okuyun
Herhangi bir konuda yazdığınız kitabı okurlara ulaştıracaksanız aşağıdaki
hususları bilmelisiniz.
1. Microsoft Word, Adobe Page Maker, Corel Draw, Indesign gibi bir yazılım
kullanarak dizgi ve mizanpajı yapınız. İmla hatalarını gösterdiği için ilk
aşamada MS Word'ü kullanmanızı öneririm.
2. Çok satan kitapların kapaklarına bakarak bir kapak tasarlayınız. Kapakta
kırmızı, turuncu, mavi, yeşil gibi renklere yer veriniz. Sönük bir kapak
satışı azaltır.
3. Kitabı 14x21 cm veya 16x24 cm yapmanız uygun olacaktır. Çok küçük ya da
çok büyük ebatlar kitabın okunurluğunu düşürmektedir.
4. Kitapta Arial, Calibri, Tahoma, Verdana, Times New Roman gibi kolay
okunan bir punto kullanınız. Başlıkları Arial, Calibri, Trebucet vb. gibi
okunaklı bir puntoyla oluşturunuz.
5. Başlıklarda asla BÜYÜK HARF ile yazım yapmayınız. Çünkü insanlar BÜYÜK
HARFLE YAZILMIŞ cümleleri okumak istemezler.
6. Yazıların puntosunu 11 ya da 12 yapınız. 9, 10 puntolar çok küçük olur.
13, 14 puntolar ise çok büyüktür. Ayrıca sayfa sayısını artırır.
7. Her paragrafın arasına bir satır boşluk bırakınız.
8. Kitabın yazımı, mizanpajı bittikten sonra internetten bedava
indirebileceğiniz PDF FACTORY vb. yazılım ile yayınınızı PDF formatına
çeviriniz. PDF'ye çevirdiğiniz kitabı her bilgisayarda hiç bir bozulma
olmadan açabilirsiniz. Ayrıca dosyanın boyutu da küçülür.
9. Kitabın çıktısını lazer yazıcı ile beyaz kağıda yapınız. Son kontrolleri
yapınız. Matbaada baskı yaptıracaksanız aydınger kağıda lazer yazıcı ile
çıktı yapıp teslim ediniz. Çıktı işlemini baskıyı yaptıracağınız matbaa da
yapabilir. Son 10 yıldır bazı matbaalar aydıngere çıktı yapmadan, CTP kalıp
yöntemiyle de modern baskı yapabilmektedirler.
10. Baskıya geçmeden önce 3-5 matbaadan fiyat alınız.
11. Baskı için 60 gram 3. hamur (saman) ya da 60 gram enzo (krem rengi)
kağıt kullanınız. Bu kağıtlar hem hafif olur hem de yüzde 30 daha ucuz olur.
70 ya da 80 gramlık beyaz kağıt pahalıdır. Aynı zamanda kitap daha ağır
olur. Bu da nakliyede bile size zarar yazdırır. Ayrıca beyaz kağıt gözleri
çabuk yorar.
12. Kapağı dayanıklı kartona, renkli olarak bastırınız. Cildin sağlam olması
çok önemlidir. Ucuz ciltli kitaplar kısa sürede dağılır.
13. Kitabın bir kısmının ya da tümünün renkli basılması maliyeti yüzde 50-70
artırır. 200 sayfalık bir kitap 1000 adet basıldığında 6000 TL tutuyorsa
renkli baskıda 10.000-12.000 TL tutar.
14. Kitabı çok yüksek maliyetle bastırırsanız satış fiyatı da yüksek olur.
Bu da korsan baskısının çıkmasını, fotokopiyle çoğaltılmasını teşvik eder.
Büyük şehirlerde A4 kağıdına önlü arkalı çekim 10 kuruşa yapılmaktadır. 200
sayfalık bir kitap 50 A4 kağıdına sığdırılarak çekilebilmektedir. Bu da 5 TL
maliyet demektir. Fotokopiyle çoğaltılan kitaba 2 TL'ye basit bir cilt de
yaptırılabilmektedir. Yani sizin binbir emekle hazırladığınız kitap 8 TL'ye
kopyalanabilmektedir.
15. Telif hakları yasasına göre kitap kopyalamak, korsan baskı yapmak suç
olmasına rağmen ülkenin her tarafında korsan kitaplar cirit atmaktadır.
16. Bastıracağınız kitaba Kültür Bakanlığının sitesine üye olarak ISBN
numarası alabilirsiniz. Bu ISBN numarasını kullanarak barkod oluşturmak da
çok kolaydır. Google.com sitesine girip "free barcode maker" yazarsanız
karşınıza barkod üretme siteleri çıkar. Birisine girip ISBN numaranızı
girerseniz JPG (resim) olarak barkod etiketinizi alıp kitabın kapağının arka
kısmına ekleyebilirsiniz.
17. Kitaptan 1000 adet bastıracaksanız Yayfed ya da Kültür Bakanlığı
sitesine giderek bandrol parasını yatıracağınız banka hesap numarasını
öğrenirsiniz.
18. Kitap basıldıktan sonra arka kapağa bandrolleri yapıştırıp satışa
sunabilirsiniz. Kitabı kendiniz satabilmeniz için vergi dairesine başvurmak
zorundasınız.
19. 1000 adet olarak bastığınız kitabın 100 kadarı tanıtım için sağa sola
bedava gidecektir. 10-20 kitap da baskı hatası olduğu için çöpe gidecektir.
5 kitap da Ankara'daki Kütüphaneler Genel Müdürlüğüne yollanacaktır. İşte bu
nedenle 850-875 kitap satışa sunulmuş olacaktır. 1000 kitabı 8000 TL'ye
bastırdınız diyelim. 20 TL'den satış yaptığınızda elinize 19-20 bin TL
geçer. Vergisi, ıvır zıvırı derken 1000 adetlik baskıda yatırdığınız 8000 TL
size 10-11 bin TL olarak dönecektir.
20. Kitap satışı yapan esnaflar ya da yayın dağıtımcıları eserinizi ortalama
yüzde 50 iskonto ile "konsinye" olarak satın alırlar. Yani 20 TL'den satmayı
planladığınız kitap toptan olarak 10-14 TL'den verilir. Ayrıca paranızı da
3-12 ay arası süre sonra alabilirsiniz.
21. Kitabı bir yayınevi basıp dağıtacaksa sizin işiniz (yükünüz) çok
azalacaktır. Ancak bir çok yayın evi fazla basıp az baskı yaptım
diyebilmektedir. Yayınevine vereceğiniz bir kitap için mutlaka imzalı bir
sözleşme talep ediniz.
Yayıncılar kitapları ya kökten satın alırlar ya da satış yaptıkça yazara
yüzde 5-10-15 telif hakkı öderler.
Kökten satın alma şudur: Kitabınıza 1000-5000 TL vb. gibi bir para
önerirler. Kabul ederseniz yayını unutursunuz. Yani 1000 kez baskı olsa bile
size para ödenmez. O nedenle kökten satışı kabul etmeyiniz derim.
22. Yayınevince 1000 adet basılan bir kitabın 100 kadarı tanıtım için
ayrılır. 900 kadar kitap 15-20 TL'den satılır. Vergiler, masraflar
düşüldükten sonra elde kalan paranın yüzde 5-10-15'i yazara ödenir.
23. Kitabı yazan kişinin vergi numarası yok ise yayınevi vereceği telif
hakkından bir miktar da vergi kesintisi yapar.
24. Yazarın kendi bastığı kitabın tüm Türkiye'deki kitapçılara, mağazalara
ulaştırması imkansız gibidir. O nedenle ciddi bir yayınevi ile çalışmak
şarttır. Kitapları çok satılan, tanınmış yayınevlerine e-posta ile ulaşmak
kolaydır.
25. Kitabınız bittikten sonra DVD/CD'ye basarak ya da yazıcıdan çıktı alarak
veya e-posta yoluyla yayıncılara göndermeniz gereklidir.
26. Yayınevleri gelen kitapları inceleyip 1-6 ayda size yanıtlarını
bildirirler.
27. Hiç tanınmayan yazarların kitaplarını kıyıda köşede kalmış, kadrosu
eksik yayıncılar basmak isterler.
28. Kitabınızı basıp yayınlamak için sizden fahiş para isteyen ne idüğü
belirsiz yayıncılara aldanmayınız. Bir takım uyanıklar amatörleri
dolandırmak için gazetelere ve internet sitelerine ilan vererek amatör
yazarları söğüşlemektedirler.
Sonuç olarak kitap yazıp satışa sunmak biraz yorucudur. Ancak asla pes
etmeyiniz. Emeksiz yemek olmaz. Merak ettiğiniz bir husus var ise e-posta
ile sorabilirsiniz.
Ali Özdemir
Anadolu’nun Kitap Kokusu
Kitaptan daha iyi bir arkadaş yoktur, zaman zaman insana dert ortaklığı
eder, insanın gönlünü açar, yüreğine su serper. Gönlünün her muradına onunla
erişirsin, böylesine güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir; ne incinir.
Kâtip Çelebi
Puslu ve fakir 1970’li yıllar... Her tarafı çam ve meşe ağaçlarıyla dolu
olan, Köroğlu Dağlarının eteğindeki küçük dağ köyünde daha elektrik bile
yoktu. Âdeta taş devri koşulları hüküm sürüyordu. Fena hâlde kayalı tarlalar
cılız öküzlerin çektiği karasaban ile sürülüyordu. Buğdayı samandan ayırmak
için çakmak taşlı tahta düvenler kullanılıyordu. En yaygın nakil aracı ise
masum bakışlı çelimsiz eşeklerdi…
Gaz lambası ve çıra ışığında oturulan küçük kerpiç odalarda cızırtılı, boğuk
sesli, pili biter endişesiyle az çalıştırılan kocaman radyodan dinlenilen
‘ajans haberleri’ ve ‘arkası yarınlar’ vardı.
Sabahları ana yemek tarhana çorbası idi. Öğlen ve akşam ise ne bulunursa,
köyde ne yetişiyorsa o yeniyordu. Hiçbir şey bulunamayınca da bazlamaç
ekmeğine yağ sürülüp, rendelenmiş tuzlu ve sert köy peynirine banılıyordu.
Yanında da ahlat veya erik hoşafı. Çay bile ancak önemli bir misafir gelirse
yapılıyordu. Garibanlık, mütevazılık horlanmıyordu henüz...
Ayaklarda kara lastikten ayakkabılar vardı. İskarpin ya da başka tür
ayakkabı alacak para da yoktu. Elbiseler yamalıydı. Örme kazaklar delikti.
Yer sofrasında aynı tabağa kaşık sallanarak yeniyordu yemekler. Keçe ya da
yün döşekte uyunuyordu...
Haftada bir, köy evinin ufak odasının bir köşesindeki tahta dolaba girilerek
ibrikdeki ılık suyla banyo yapılabiliyordu. Sağlıklı içme suyu yoktu.
Helaların foseptiği açıktaydı. Hatta ve hatta senede 1-2 ay yaşanılan
derme-çatma yayla evlerinin tuvaleti bile yoktu. Sabahları su kabını eline
alan çocuk, yaşlı arazide hâcet gideriyordu.
Köyün pos bıyıklı öğretmeni ile camiinin seyrek sakallı imamı tamamen zıt
kutuplarda duruyordu. İfrat ve tefrit derler ya işte ondan. Öğretmende
İslâmiyete karşı aşırı bir soğukluk, dışlama, yok sayma mevcuttu. İmamda ise
teknolojik yeniliklere, kızlı-erkekli karışık laik eğitim örgüsüne karşı
duruş söz konusu idi.
Köylünün kendi arasında para toplayarak cüz’i maaşını ödediği, yemeğini
verdiği din görevlisinin evinde radyo bile yoktu. Ve bu aygıtın dînen günah
olduğu kanaati hâlâ yok olmamıştı. Bir hastalığa, derde yakalananlar,
vücudunda yara, çıban çıkanlar önce hocaya ‘okutmaya’ gidiyordu...
Aşırı seküler dünya görüşü ya da başka bir deyişle “laik atak” denebilecek
ters yaklaşımlar sebebiyle öğretmen ile imam arasında hep soğukluk,
gerginlik seziliyordu. Köyün bir kısmı sadece imamı dinlerken, diğer kısmı
ise öğretmenin yanında saf tutuyordu.
Böyle bir atmosferde dünyaya gelen Mehmet, ilkokul ve ortaokul yıllarında
okul ile caminin zıtlaşmasının sebeplerini bir türlü çözemedi. Okulda
öğretilen hayat ile camide seslendirilen dünya birbirine pek benzemiyordu.
Çocuk aklıyla, bu durumu büyüklerine soruyor ama verilen cevapları zihninde
analiz edemiyordu.
Bir gün caminin imamı, ilmihal bilgilerini almak için ibadethâneye gelen
çocuklara üç tane dînî kitap tavsiye etti. Bunlar bir şekilde taa
İstanbul’dan posta yoluyla tedarik edildi. Birkaç ay sonra okulun aşırı laik
öğretmeni Mehmet’in elinde dînî kitapları görünce elektrik çarpmış gibi
tepki verdi. Kitapların okunmasını uygun görmediğini de ifade etti...
1977 yılında nihayet, taş devri koşullarındaki minik orman köyüne elektrik
geldi. Çamurlu sokaklar ve evler az biraz ışıldadı. Televizyon, radyo,
buzdolabı vb. gibi aygıtlar yavaş yavaş meskenlere girmeye başladı. Lâkin
ülke ekonomik darboğaz içinde olduğundan sıklıkla elektrik kesintileri
yapılıyordu. Traktörlerle toprağın işlenmesi de o yıllarda başladı...
Batı Karadeniz Bölgesindeki, gözlerden ırak, kayalık dolu köye 3 km uzaktaki
yoksul ilçede 4 bin kadar insan yaşıyordu. Sanayi tesisini, fabrikayı ara ki
bulasın. Sadece kamu kurumlarında çalışanların geliri ve hayvancılıktan
(davarcılık) elde edilen para ilçeyi besliyordu.
Kuru-sert iklim koşulları sebebiyle tarımsal üretim yok denecek kadar azdı.
Belki biraz pirinç tarlaları fakir köylülere aş sunuyordu. Yarım asır önce 4
bin kadar insanın yaşadığı bu ilçede şu anda 500 kişi bile kalmadı. Göç,
ilçeyi biçti geçti...
İrice bir köye çok benzeyen ilçede üç-beş bakkal, lokanta, manifaturacı,
hırdavatçı, fırıncı ve elektrikçiden başka bir esnaf da yoktu. Mehmet’in
babası da ilçedeki Orman İşletme Müdürlüğünde elektrikçi olarak çalışıyordu.
Mesai saatlerinin dışında boş durmamak için de annesi Meryem adına açılmış
ufak bir elektrikçi dükkânını işletiyordu.
Faal bir dükkân var ama ampul yok, kablo yok, priz yok, sayaç yoktu... Her
şey karaborsa. Evlere elektrik tesisatları da döşeyen baba yılda birkaç defa
leş gibi tütün kokan otobüslerle taa İstanbul’a giderek malzeme alımı
yapıyordu. Ama istediği ürünlerin tümünü bulamadan geri dönüyordu çoğu kez.
Bunun sebeplerini aradan geçen 40 yılın ardından daha iyi anladı Mehmet...
Türk Ordusu 1974 yılında, Türklerin can güvenliğini temin etmek için
Akdeniz’in ortasında yüzen kale gibi olan Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenledi.
Bu çıkarma sayesinde Ada’nın bir bölümü Türklerin oldu ve orada ufak bir
devlet de kuruldu. ABD ve Avrupa ülkeleri Rumların zulümlerine dur diyen
Türklerin çıkarmasına haksız bir tepki koyarak, ülkeyi ekonomik ambargo
kıskacına aldılar... Kıskaç nasıl işledi derseniz, bizi; sağ-sol,
Alevi-Sünnî, ilerici-gerici, laik-antilaik, Türk-Kürt şeklinde
cepheleşmelere iteklediler. Ermeni terör örgütü Asala’nın eline silah verip
diplomatlarımızı şehit ettirme yoluna da tevessül ettiler...
Gariban ilçedeki gazete bayiinde 10 kadar günlük gazete ve birkaç dergi
oluyordu. Mehmet, öğrenmeye aşırı ilgi duyan bir yapıda olduğundan ortaokul
yıllarında bayiden gazete satın almak istedi. Ancak pos bıyıklı, sürekli
sigara içen kavruk bayi, “Bu gazeteler satılık değil. Sadece abone olanlara
geliyor” dediğinde abone kelimesinin ne demek olduğunu dahî bilmiyordu.
Mehmet’in köyde oturan, ilçedeki maliye dairesinde çalışan Cemal dayısı,
bulmacaları çözmek için evine ayda bir-iki sefer Günaydın, Hürriyet,
Tercüman, Milliyet, Cumhuriyet, Türkiye gibi gazetelerin okunmuş eski
nüshalarını getirirdi. Bulmacaların sorularının çoğunu da bilemez, yarım
bırakırdı... Bu gazeteleri muhakkak ki maliyedeki amirlerinden tedarik
ediyordu.
Neşriyatlardaki haberleri ve köşe yazılarını tam idrak edemese bile bütün
sayfaları ciddiyet içinde okuyan Mehmet’e büyükleri yadırgayıcı bir gözle
bakardı. Anası, amcası, halası sıklıkla “Evladım yolda bulduğun çamurlu
gazete sayfalarını bile eve getirip okumaktan ne öğreniyorsun ki?” derlerdi.
1979-82 yılları arasında boykotlu, izinli, raporlu, grevli, protestolu, 12
Eylül darbeli günler içinde yuvarlanan Mehmet, gariban ilçedeki ortaokulu
bitirdi. Ama hiçbir dersi doğru dürüst öğrenememişti. Bu yıllar zarfında
okullardaki eğitim pes perişan hâldeydi. Boykotlar, grevler, nümayişler
gırla gidiyordu. Sessiz ve çamurlu sokaklı ilçede kütüphâne bile
olmadığından ortaokul yıllarında öğrenme dürtüsünü hiç tatmin edemedi. Zîra
nizâmi eğitim yapılamıyordu. Çoğu öğretmen şiddet yanlısı yanlış siyasî
fikirlere fena hâlde bulaşmıştı...
Ortaokuldan sonra vilayet merkezindeki meslek lisesinde okumayı tercih etti.
12 Eylül darbesinin kurşunî ağırlığının hâlâ hissedildiği 1982 yılının
sararmış, tozlu ve sevimsiz sonbaharında ailecek köyden şehre taşındılar.
Baba ve ana, okur-yazar bile değildi. Baba, askerde sadece basit metinleri
okuyup yazmayı öğrenebilmişti. Ama 4 çocuklarının okuyup refah içinde bir
hayat sürmesini istiyorlardı. Bunun için ilçeden şehre taşınmışlardı.
Babanın ilçedeki görevinden vilayete gelmesi, tayin olması da pek kolay
olmadı. ‘Amcası, dayısı, arkası’ olmayan memurlara köle muamelesinin
yapıldığı yıllardı. Babanın mesai mefhumu zaten yoktu. Amirleri onu haftanın
her günü çalıştırıyordu. Şimdiki gibi her göreve angarya gözüyle bakılıp
sendika başkanlarına şikâyete de gidilemiyordu. Zîra memur sendikalarının
adı bile yoktu...
İlçeden ile taşınan ailenin 4 evladının diğer 3’ü ne yazık ki 5 senelik
ilkokuldan sonra öğrenim görmeyi istemediler. Sadece Mehmet’te okuma isteği
vardı. Kayıt olduğu meslek lisesinde kimse gazete, kitap ile ilgilenmezken o
eprimiş bez çantasında daima okuyacak bir şeyler bulunduruyordu. Çok yayın
alacak parası yoktu. Ama çareyi bulmuştu. Şehirdeki kışla görünümlü, donuk
halk kütüphânesinde 10 bin kadar eser okunmayı bekliyordu. Oradan 15 gün
süreli olmak kaydıyla ödünç kitaplar alabiliyordu. Ayrıca kütüphânenin bir
köşesindeki raflarda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yayımlanan haftalık, 20
kadar süreli yayın bulunuyordu. Hoş bir mürekkep ve kâğıt kokusu taşıyan
dergileri karıştırırken Mehmet âdeta başka bir dünyaya geçiş yapardı...
80’li yılların ortasında meslek lisesini bitiren Mehmet hiç dershâneye
gidememesine, test kitaplarına boğulmamasına rağmen İstanbul’daki bir
üniversitesinin 4 yıllık fakültesini kazanmıştı. Liseden beraber mezun
olduğu diğer 34 arkadaşı böyle bir başarıyı yakalayabilmiş değildi. Çoğu,
dershâneye de gitmişti halbuki. Ama sonuç hüsrandı.
Mehmet’in bildiği, başkalarının idrak edemediği bir sır vardı. O sır
açıktaydı ama kimse görmüyordu. Mehmet de bunun farkına 40’lı yaşlardan
sonra varabildi. Yani okuyan, öğrenen, merak eden, yazan, düşünen insan için
engel diye bir şey yoktu. Zor kelimesi sadece az çalışma durumunda
geçerliydi. Kısaca bilgi güç idi. Bilgili insanları kimse durduramıyordu.
İnsan, 20-25 bin gün kadar süren kısa ömrünü okuyarak, öğrenerek, analiz
yaparak geçirdiğinde hem daha huzurlu, hem daha varlıklı olur. Mal varlığı
sadece yat, kat, pırlanta, tenekeden araba demek değildir. Bunu cahil
insanlara anlatmak oldukça zordur. Esasında en büyük zenginlik bilgi
varlığıdır. Bir insanın 3-5 tane meskeni olabilir. Lâkin o insan yaşadığı
dünyanın şiirini, hikâyesini, romanını, tiyatrosunu, masalını, bilimini,
sanatını çiğnememişse, hatmetmemişse boşluktadır. Dingin değildir. Ruh
sıkıntısını aşamaz. Mal yığmak onu mesut etmez...
Yazıdan, sözcüklerden uzak milyonlar kısa süreli hazların dışında bir şey
bilemezler. Bunların yaşadıkları ömür yazıya dökülmüş olsa bir sayfayı
doldurmaz. Okuyan, bilen insanlar oturdukları yerden Afrika ovalarında,
Antarktika buzullarında, Silikon Vadisinde bile dolaşabilirler.
1985’in Ekiminden 1989’un Temmuzuna kadar, kesif çorap kokulu, altı kişilik
basık yurt odasında kalarak üniversiteye devam etti. 64 kişilik sınıfta,
hakezâ 800 kişilik yurtta kitaplarla hemhâl olan, okula düzenli devam eden
kişi pek yoktu. Anadolu’nun ücrâ şehir ve ilçelerinden gelmiş âvâre
gençlerin çoğunluğu derslere zoraki devam ediyor, boş lakırdı ile kahvehâne
köşelerinde okey taşlarını şakırdatıyorlardı.
Anlı şanlı üniversitenin Haydarpaşa’daki fakültesinin ve öğrenci yurdunun
maalesef bir kütüphânesi bile mevcut değildi. Kadıköy İlçesinde, dar bir
yokuşta, apartmanın üçüncü katına sıkıştırılmış, ressam ve yazar Fahrünisa
Kadıbeşegil’in bağışı olan kütüphâneyi tesadüfen keşfetti. Tüm boş
vakitlerinde buraya giden Mehmet, soğuk suratlı, enerjisi bitmiş, dünyadan
kopuk, yarı uykulu üç memurun arasında rafları karıştırıp kitap seçerdi.
Kütüphânenin çalışanları o denli miskin ve enerjisiz insanlardı ki, insanı
okumaktan, öğrenmekten nefret ettirirlerdi...
Fakültede Doç. Fahri Bey’den başka kültürden, bilimden, felsefeden,
tarihten, eğitimden derinlemesine söz eden başka bir hoca da yoktu. Diğer
akademisyenler bir türlü ısıtılamayan kocaman taş sınıflarda mekanik bir
aygıt ya da robot gibi sadece dersini işleyip gidiyordu.
12 Eylül darbesinin yakıcı travmaları henüz belleklerden silinmemişti. Yani
hocaların çoğu yarı-askerî yapının kendilerine de balyoz indirmesinden
çekiniyorlardı. Ülkede demokrasi diye bir şey de aslında henüz yoktu.
Düşünmek ‘serbestti’ ama bunu açıklamak ‘suç’ idi.
12 Eylülcüler sağcı-solcu demeden, Amerika’dan gelen emirlerle binlerce
akademisyeni yok etmişti...
Öğretim üyesi Fahri Bey âdeta bir ışık, idol mertebesindeydi. Mehmet, bu
hocaya sık sık uğrayıp O’nun kişisel kitaplığından ödünç eserler alıyordu.
Âdeta bir kültür deryası olan Fahri Bey 1992 yılında düşünceye düşman
odaklar tarafından vurularak öldürüldü ne yazık ki...
Mehmet, 80’lerin sonunda güçlükleri yenerek lisans diplomasını aldı.
İdealist çizgiden giderek öğretmenlik yapmak istiyordu. “Yine sınava
gireceksin” dediler. Elinde öğretmen olduğunu belirten diploma vardı. Ama
yine yeni bir imtihan daha çıktı karşısına. Bozkır ve kışla görünümlü
Ankara’da korka korka imtihana girdi. Soruların hiç birisi, yapmak istediği
vazife ile ilgili değildi. Ama yapacak bir şey yoktu ki... Bilebildiği kadar
şıkları karaladı.
Öğretmenlik sınavı sonrası atanma beklerken, evde boş boş oturmamak için bir
süre yalap şap müteahhitlerin yaptığı çarpık çurpuk tuğlalı inşaatlarda
elektrikçi olarak çalıştı. Bu iş oldukça yorucuydu. Parası da az idi... Bu
işi bırakıp iğneden ipliğe her şeyin satıldığı bir hırdavatçıya tezgâhtar
olarak girdi. İşveren günde 12 saat hiç boş tutmuyor ama çok az bir yevmiye
ödüyordu. O işi de bırakıp derme çatma, izbe bir lokantaya garson olarak
girdi. Buranın da ücreti epey azdı ama hiç olmazsa günde üç öğün dilediği
kadar yemek yiyebilecekti. Belirli bir yaştan sonra babadan harçlık istemek,
ona yük olmak çok ağırına gidiyordu. 21 yaşında bir insan atasından harçlık
mı alırdı...
Her şeyi uyduruk olan lokantanın çat-pat İngilizce ve Almanca bilen tek
elemanıydı. Haftada 3-5 sefer, sırt çantalı yabancı turistler geldiğinde
patron hemen Mehmet’i masaya yolluyordu. Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol,
Fransız turistlerin çok kibar, saygılı, sabırlı, temiz, edepli ve yavaşça
yemek yemeleri Mehmet’in çok dikkatini çekiyordu. Bizim Türkler çok acele,
döke saça, etrafı berbat ede ede doyarken yabancılar masayı hiç kirletmiyor,
ayrıca yüksek bahşişler de veriyorlardı. Bunlar mı Müslüman yoksa biz mi
sorusuna o zaman pek cevap bulamadı...
Servis elemanlığı yaparken lokantanın ne kadar özensiz, niteliksiz,
sağlıksız yemekleri müşterilere sunduğunu fark etti. Burası lokanta
olamazdı. İnsanların bilerek zehirlendiği, kanser edildiği bir aşevinde
hizmet ediyordu. Özellikle patates kızartmada kullanılan yağın 2-3 ay
boyunca iş gördüğünü fark edince, faciayı aşçıya sordu. Aşçı gayet pişkince,
“Ben yemiyorum ki” deyince orada çalışmasının da tatsız bir durum olduğunu
idrak etti. O günden sonra lokantalarda yağda kızartılmış hiçbir gıdayı
yiyemedi.
Bir eylül günü, bezgin bezgin çarşıda yürürken, Marmara Bölgesindeki bir
sanayi şehrinde faaliyet gösteren mutfak eşyaları pazarlama şirketinin
“eleman aranıyor” şeklindeki ilanını duvarda gördü. Hemen ilgili adrese
gitti. Anasının gözü, işgüzar yetkili, işi anlattı. Kapı kapı gezilip dar
gelirli insanlara çok kalitesiz mutfak eşyaları peşin ya da 6 taksitle
satılacaktı. Ekipte 15 kadar berduş tipli genç daha vardı. Her ilde ya da
ilçede 7-14 gün izbe otellerde konaklanılarak iş yapılacaktı. Maaş yoktu.
Satılan malın bedelinin yüzde 15’i elemanın olacaktı.
İşi kabul etti. Mengen, Çaycuma, Devrek, Bartın, Sakarya, Kocaeli,
Karamürsel, Gölcük vb. gibi ilçe ve illerde sabahın köründen geceye kadar
yüzlerce evin kapısını çaldı. Hem yeni yerler görüyor hem de içinde yaşadığı
ülkenin insanlarının ne durumda olduğunu inceliyordu.
Yapılan iş aslında ticaret değildi. İmza atmasını bile bilemeyen gariban
insanlara kalitesiz ürünler laf kalabalığı ile satılıyordu. Vicdanı sızlaya
sızlaya 3 ay bu işi yaptı. 90 günlük süreçte aylık geliri ortalama 3 milyon
TL oldu. Bu meblağ ekipteki en yüksek rakamdı. Diğer çalışanlar kültürden,
bilgiden, estetikten, hijyenden bîhaber olduklarından, leş gibi tütün
koktuklarından insanları pek ikna edemiyorlardı. Mehmet, çok okumanın, çok
bilgili olmanın bu denli işine yaradığını pazarlamacılık yaparken de çok iyi
idrak etti...
1989 yılının Aralık ayında Trakya’nın, süzgün süzgün akan Ergene Irmağının
yanıbaşındaki küçük ilçede bulunan iddiasız, heyecansız meslek lisesinde
öğretmenliğe başladığında ilk aylığı sadece 636 bin TL idi. Yani özel
sektördeki son işine göre 3-4 kat daha az gelir elde etmişti. Buna da şükür
dedi... Bu lisede kendisini hep yabancı gibi hissetti. Mesleğe adapte
olmasını sağlayacak bir rehberlik de alamadı. Bölümün en çetrefilli
derslerini ilk günden O’na yıkmışlardı. Bunlar yetmezmiş gibi bir de Almanca
derslerini vermişlerdi. Öğrencilere ders dinletmek bile mümkün değildi.
Nizam, intizam okuldan uçup gitmiş hâldeydi...
1970 ve 80’li yıllarda gariban, ülküsüz, yetersiz mekteplerde okurken
derslerde karşılaştığı, çamur gibi kâğıda basılmış, şekilleri anlaşılmayan
kitapları gördükçe bunlar neden bu kadar kötü diye hayıflanırdı. Almanya’da
çalışan bir tanıdığı, O’nun teknoloji meraklısı olduğunu bildiği için birkaç
kitap vermişti. Yayınlar Almanca dilinde hazırlanmıştı. Görsel bakımdan
olağanüstü nitelikteydiler. Bu kıymetli eserleri yıllarca mütevazı
kitaplığında tuttu.
“H” harfini hiç söylemeyen, “hocam” değil, “ocam” diyen öğrencilerin olduğu
miskin ilçede hep nitelikli, anlaşılır, bilgi dolu bir ders kitabı yazma
isteği ile yaşadı. Meslekî bakımdan çok deneyimsiz olduğu ilk yıl sürekli
olarak firmalara mektuplar yazıp katalog ve broşür talebinde bulundu. 40’a
yakın yerli-yabancı şirket hatırını kırmayarak teknik ürünlerle ilgili
veriler içeren kataloglarından gönderdiler. Bunları, bir gün işime yarar
düşüncesiyle hep biriktirdi. İlerleyen yıllarda dokümanları kaynakça olarak
kullandı da...
Ayçiçeği tarlalarıyla çevrili ilçeden sonra, Ege’nin tarım ve sanayi merkezi
olan, Sipil Dağının eteğindeki şehrinde öğretmenlik yaparken artık kitap
yazımına başlamalıyım dedi. İzmir’e bilgisayar almaya gitti. En ucuz
bilgisayar maaşının 4-5 katı fiyata satılıyordu. Boynunu büktü, alamadı. 2
maaş tutarında bir para ödeyerek minik bir daktilo alıp işe koyuldu.
Haftada 50 saat bitkin düşürücü dersleri verirken, aylarca az uyuyup ilk
meslekî eserini daktilo ile hazırladı. Matbaa işlerinden anlayan bir
meslektaşı “Kitaplar artık tipo baskıyla değil, ofset yöntemiyle basılıyor.
Daktilo ile boşuna uğraşma, bilgisayar ile yaz” dedi.
Okulun, bugünle kıyaslandığında hiçbir özelliği olmayan, ikide bir bozulan
bilgisayarında sayfaları yeniden oluşturmaya başladı. Bilgisayar bilgisi çok
azdı. Resim işleme, sayfa düzeni yazılımlarını zerre bilmiyordu. Tarayıcı ve
yazıcısı da yoktu...
1990’lı yılların ortasında Ege’nin hâli vakti yerindeki ilinden Karadeniz’in
çam kokulu şehrine, mezun olduğu meslek lisesine tayin oldu. Kendisini
okutan öğretmenleriyle mesai arkadaşlığı yapmaya başladı... Kimi
öğretmenlerinin ne kadar ilgisiz, meraksız olmasına çok şaşırdı. Öğrenciyken
ulu bir çınar gibi gördüğü insanlar 10 yıl sonra minik Bonzai ağaçlarına
dönüşüvermişti...
Yeni hiç bir şey öğrenmeyen bu muallimler bahçede, kantinde bile sürekli
sigara içiyor, sadece geçim sıkıntısından söz ediyorlardı. Halbuki isteseler
bir şeyler üretebilir, gelirlerini artırabilirlerdi. Zîra tümünün bir
zanaati, becerisi vardı...
Öğretmen Mehmet görev yaptığı üçüncü okulda da kuruma ait makine ile ilk
kitabının yazımına devam etti. Ancak bilgisayarlardan sorumlu olan gergin
mizaçlı meslektaşı bu çalışmasını aksatmak için her yolu deniyordu. “İşim
var, virüs bulaşır, sonra gel, temizlik yaptıracağım, gitmem lazım, çabuk
ol” vb. gibi söylemlerle şevkini kırıyordu.
Tüm zorluklara rağmen ilk eserini 150 sayfa olarak tamamladı. Çıktı almak
için yazıcısı da yoktu. Ödünç bulduğu bir cihazda baskıyı yaptı. Sayfalarda
bulunan şekilleri siyah mürekkepli kalemle 20 gün kadar uğraşarak tamamladı.
Eseri bastıracak miktarda parası zaten yoktu. Beş kıtanın incisi İstanbul’a
giderek 5 yayınevine kitabını gösterdi ve neşretmelerini rica etti. Hiç
birisi olumlu yanıt vermedi... Boynunu büküp geri döndü.
Aradan 10 yıl kadar zaman geçince, Mehmet’in yüzüne bile bakmayan o
yayıncılar kendisini arayıp “Yeni yazdığınız kitapları biz basalım” dediler.
Ama bu sefer Mehmet Hoca, “Yıllar önce size geldim. Çay bile ikram
etmediniz. Sizinle asla çalışamam” dedi.
Akrabalarından bir miktar borç bularak ildeki vasat matbaada korka korka 2
bin adet kitap bastırdı. Eserler satılmazsa rezil olacaktı. Baskı kalitesi
istediği gibi olmamıştı. Cilt kapakları fena hâlde dayanıksızdı. Meslekî
okullara broşürler gönderdi. Rakip yayıncıların yarı fiyatına sunduğu için 2
bin eser 2 hafta içinde tükendi. Morali zirve yaptı. Bütün borçlarını ödedi.
Hemen 2., 3. ve 4. baskıları da yaptırdı...
Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı kitabı yüzlerce basımevinin bulunduğu
kuru ayazlı Ankara’da yarı fiyata çok daha kaliteli olarak bastırınca kendi
ilindeki matbaanın ne kadar vicdansız olduğunun farkına vardı.
İlk yıl kazandığıyla hemen bilgisayar, yazıcı ve tarayıcı aldı. Amatörce de
olsa bir kitap yayınlamış olmak, tüm arkadaşlarının ve amirlerinin ona
bakışını olumlu yönde düzeltti. Herkes O’na yazar gözüyle bakmaya başladı.
Öğrencileri de ondan hep övgüyle bahsetmeye başladılar. İrice bir kasabaya
benzeyen Anadolu şehrinde kitap yayınlayan tek öğretmen durumundaydı...
Bu heyecanla tüm boş vakitlerini kitap yazmaya ayırdı. Aradan geçen çeyrek
asırda 50’den fazla kitap yazıp yayınladı. Eserlerini 4 farklı yayınevi tüm
dünyaya dağıtmaya başladı. ABD, Almanya gibi ülkelerde bile kitaplarının
dağıtımı yapılıyor. 20 kadar kitabı üniversitelerde kaynak olarak
kullanılıyor. Tüm eserlerinin sayfa sayısı yaklaşık 20 bin civarında... Ama
O hâlâ asgarî ücretli insanlar gibi mütevazı yaşamayı tercih ediyor.
Kitaplardan elde ettiği cüz’i kazançları yine kitaplara ve hayır işlerine
harcamayı tercih etti...
Yaşından fazla sayıda kitabı hazırlarken binlerce eseri, makaleyi, web
sitesini incelemek durumunda kaldığı için meslekî bilgisi de epey arttı.
Başı sıkışan, kaynak arayan ona başvurmaya başladı. Hepsine bir kuruş talep
etmeden destek oldu. Zîra mürekkep yalamış her insanın bir kitap yazması
gerektiğine inanıyordu. Bu ülkenin bilimle yükselebileceği kanaatindeydi.
Bilginin ne kadar yükseltici bir mefhum olduğunu yaşayarak öğrendi. Makale,
panel, seminer hazırlıkları yaparken hiç zorlanmadı. Zîra her sorunun cevabı
belleğinde vardı.
2000’li yılların başında, CIA ajanı, sahte, din maskeli FETÖ yapılanmasının,
eğitimci kılıklı hain köpeklerinin iftiralarıyla Doğu Karadeniz’in en ücra
ilçesine, Gürcistan sınırına tayin edilen Mehmet Hoca burada 8 ay
çalıştıktan sonra yurtdışı görev sınavını kazanıp Kuzey Kıbrıs Eğitim
Bakanlığı bünyesinde 1 gün bile izin almadan 5 yıl, eğitimci olarak görev
yaptı. Burada çalışırken de kitaplar yazan bir insan olduğu için hep el
üstünde tutuldu. 5 yıllık Kıbrıs görevine 15 adet de yeni eser sığdırdı.
Kıbrıs’ta yaşayan öz be öz Türk olanların bir kısmında Anavatan Türkiye’ye
karşı aşırı bir düşmanlık, dışlama, küçümseme olmasına pek anlam veremedi.
İyice radikalleşmiş bazıları “Biz Türk değiliz. Kıbrıs Türküyüz. Türkiye
üzerimizden elini çeksin. Bizi sömürmekten vazgeçsin. İşgalci TC Ada’dan
git. Rumlarla birleşip AB’ye üye olacağız. Yes be Annem. Denktaş defol
vb...” diyerek başka bir millet, başka bir dünya tanımlaması yapmaya
çalışıyordu. Oysa ki Türkiye Kuzey Kıbrıs’ın her türlü ihtiyacını her dâim
karşılıyordu... Ada’ya Anavatandan, denizin altına boru döşeyerek su bile
götürülmüştü. 50 yıl öncesine kadar, atalarına her türlü zulmü yapmış,
onları horlamış, Ada’dan kovmuş olan Rumlara kimi Türklerin aşırı bir
sempati duymalarını mâkul göremedi...
Esasında pencerenin görünmeyen kısmında olan şuydu: Ada'nın etrafındaki
milyarlarca dolarlık petrol ve doğalgaz yataklarının Türklere yar olmasını
istemeyen küresel kraliyetçi sömürgen Batılı devletler Kıbrıs halkını
Türkiye düşmanı yaparak amaca ulaşmaya çalışıyorlardı.
Mehmet'i yeni tanıyan insanlar ilk başta karşılarında sıradan bir öğretmen
olduğunu sanıyorlardı. İlerleyen zamanda onlarca eser üretmiş bir eğitimci
olduğunu öğrendikleri anda hemen davranışları, tutumları değişiyordu.
2010'lu yılların ortalarından beri bir meslek lisesinde idareci olarak görev
yapan Mehmet, işini yan gelip yatma olarak algılamayıp, projeler üreterek
150'den fazla hayırsever firmadan, vakıftan, dernekten bağışlar alıp,
okulunun ildeki en ileri eğitim kurumlarından biri olmasına da vesile oldu.
Beraber mesai yaptığı tüm arkadaşlarına, öğrencilerine hep şunları söyledi:
"Bilgili insanları yenemezsiniz. Bilgi güçtür. Bilginiz kadar değer
görürsünüz. Ne yapın edin bir kitap yazın, proje hazırlayın, faydalı
bilgiler içeren web sitesi açın, sürekli olarak sizi geliştiren eserler
okuyun. Öğrenmekten yılmayın...
Ön Asya’nın kıymetli toprakları üzerindeki bu cennet ülkenin kalkınması,
gelişmesi için kitap yazan ve sürekli yenilenen öğretmenlere çok ihtiyaç
vardır. Binlerce yıldır medeniyetlere beşiklik yapan Anadolu toprakları pek
bereketlidir.
1 milyon öğretmenimiz var. Her eğitimci ömrü boyunca sadece 1 kitap yazmış
olsa çeyrek asırlık süreçte yüzbinlerce yeni eser sahibi oluruz. Bir kitap
yazmak için en az 100 kitaba bakılmak zorunda kalındığı için, üstün
nitelikli eğitimci camiası ortaya çıkar ve Türkiye dünyanın en gelişmiş 10
ülkesinden biri olma yolunda hızlıca ilerler.
Anadolu toprakları on binlerce Mehmet üretecek evsaftadır. Bu toprakların
arzda başka bir emsali de yoktur. Türk milleti her türlü engeli, çelmeyi,
ihaneti savuşturacak karaktere sahiptir. Anadolu aslında güzel kokulu bir
kitap gibidir.
Bilgide, fende, teknolojide, sanatta, kültürde dünyaya örnek bir millet
olabiliriz. Bunu yapabilecek meziyetlerimiz vardır. 4 bin yıllık zengin Türk
tarihi bunun vesikalarıyla doludur.
Bu topraklardan daha nice Mehmet'ler ortaya çıkacaktır. Yeter ki kitap
kokulu Anadolu'nun kıymetini bilelim.”
Seneler vurmadan silgiyi, bağlayın kitapla bilgiyi.
Necip Fazıl Kısakürek
Ali Özdemir
Bunlar boş iş değil...
1968 doğumluyum. Babamın mesleği de elektrikçilik olduğundan 10 yaşımdan
beri yani 40 yıldır elektrik-elektronik-bilgisayar ile ilgiliyim.
Lise ve üniversite eğitimimi de elektrik üzerine yaptım.
30 yıldır öğretmen, uzman öğretmen, atölye şefi, bölüm şefi, okul yöneticisi
olarak görev yapıyorum.
Kimse inanmayacak belki ama bu süre zarfında hiç mazeret izni kullanmadım,
hiç rapor almadım desem yeridir. Sadece cenaze, deprem gibi olağanüstü
hallerde işe gidemedim… Yani Japonlar gibi işkolik oldum.
Okulda işim / dersim olsun olmasın her gün 8-14 saatimi geçirdim.
Yapacak bir iş olmadığında ise kitap okudum. Kitap yazdım.
53 yıllık hayat çizgime 60 da kitap sığdırdım.
Kendini övüyor diyen çok olacaktır ama 60 kitap üreten, bırakın 60'ı 1 kitap
üreten 2.000 öğretmenimiz bile yok.
Çoğunluk kitap yazmadığı gibi, yazmak isteyenlere de her zaman engel oluyor.
Son 25 yıllık süreçte kitaplar yazdığım için başıma gelmeyen de kalmadı.
İftira attılar, hırsız dediler, kopyacı dediler, vergi kaçırıyor dediler,
sürgün ettiler vb. vb.
2015 yılında bir meslek lisesinde idareci olarak çalışmaya başladım. Okulun
ISO9001, TSE, CE, 5S, KAIZEN protokollerine, standartlarına uygun olması
için çalışmalara başladım.
Önce 300 kadar flüoresan, metal halide, halojen, akkor lambayı söküp çöpe
attım. Yerlerine 3-5-7-8-9-10-12 Watt'lık led lambalardan taktım.
Okulun aylık elektrik tüketimi 5500 - 6000 kWh seviyesinden 2000 - 2500 kWh
seviyesine düştü.
Tüm arızalı pisuvar, sifon, çeşmeleri onarttım. Akşamları okulun ana su
vanasını kapattım. Aylık 400 metreküp olan su tüketimi 200-220 metreküpe
indi.
Okulun dış cephesine ısı yalıtımı yaptırdım. Tüm pencerelere kauçuk fitil
taktırdım. Yıllık yakacak tüketimi 60 tondan 30-35 tona indi.
Okulun ana elektrik dağıtım panosundaki kompanzasyon sistemini yenilettim.
Elektronik cihazların zırt pırt “arızalanması” sorunu azaldı.
53.800 okulumuz var. Bunların yaklaşık 30 bininde kompanzasyon panosu var.
Tespitlerime göre ifade edeyim. Bu panoların yüzde 80-90'ı hatalı çalışıyor.
Bu da okulun arızalarını artırıyor. Elektrik tüketim bedelinin artmasına yol
açıyor.
Konu hakkında bilgi sahibi olmayan idareciler (?) kompanzasyon panosunu
ayarlattırmıyor. Halbuki 5-10 dakikalık bir iş söz konusu...
Dert çok vesselam…
Okulun Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde mevcut olan meslek liseleri
gibi ileri - modern - yenilikçi - sevimli olması için önde gelen şirketlere,
vakıflara, derneklere, odalara, hayırseverlere mektup, faks, e-posta,
telefon yoluyla ulaştım.
Yaklaşık 10.000 adrese okulun durumunu anlattım.
Bu ülkeyi seven, sadece cebini düşünmeyen, hedonist olmayan, vatanseverliği
yalnızca lafta bırakmayan, mesleki ve teknik eğitimin iyileşmesi halinde
üretimin de artacağını, meslek sahibi insanların DÜNYANIN HER YANINDA İŞ
BULABİLECEĞİNİ kavrayan kurum ve kişiler okulumuza destek olmaya başladı.
4.5 yıllık zaman diliminde 165'ten fazla kişi ve kurum okulun ileri gitmesi
için deterjandan bilgisayara, tenis raketinden boyaya, 300 kalem ürün
bağışında bulundular.
Mesela:
T. firması eğitim için A. marka yeni bir otomobil verdi.
İ. Bankası eğitim için F. T. minibüs verdi.
T…. AŞ okulu komple boyattı.
B… İstanbul 20 PC verdi.
J…. B… AŞ 4 katlı bir binayı dolduracak çoklukta ofis mobilyası verdi.
N… Makarna, makarna verdi.
T. AŞ 7 PC verdi.
M. AŞ 7 PC verdi.
E. AŞ 1 yıllık deterjan verdi.
U. AŞ 1 yıllık deterjan verdi.
T… Holding 200 top kağıt verdi.
F. Elektrik AŞ 10 koli elektrik ürünü verdi.
İsviçre'den Sayın V. Arslan 8500 İsviçre Frank'ı verdi.
İstanbul'dan Sayın B. Taşdemir kolilerce giysi, elektronik eşya verdi.
vb. vb.
Ek olarak çeşitli projeler hazırladık.
Batı Karadeniz Kalkınma Ajansı (BAKKA) 169.000 TL proje desteği sundu. Okula
2 modern kodlama-robotik-otomasyon atölyesi kurduk.
Buna benzer güzel işleri sayfalarca anlatabilirim.
Ancak okuyanların önemli bir dilimi uzun yazıları kıraat etmekten kaçıyorlar
artık.
1 sayfadan uzun metinleri okuyan insan oranının yüzde 7'ye düştüğünü
söylüyor Prof. İlber Ortaylı.
Yani 82 milyon insanımızın aktif 50 milyonluk kitlesinin sadece 3.5
milyonluk dilimi bilimsel, kültürel, sanatsal, edebi, dinsel, toplumsal,
siyasal içerikli metinlerin okunması, özümsenmesi gerektiğini düşünüyor.
Geride kalan kitle Recep İvedik adlı üstadın seviyesini yeterli görüyor.
Bir de sosyal medya adı verilen sığ siteler yüzünden herkes her şeyi
bildiğini sanmaya başladı.
Herkes siyaset uzmanı. Herkes Osmanlı uzmanı. Herkes NASA mühendisi.
Çin ayağımızın altından her şeyi sinsice alıp götürüyor. Bizi üretemez hale
getiriyor.
alibaba adlı web siteleri aracılığıyla her şeyi çok ucuza satıyorlar. Biz de
alıyoruz. Sonuçta ne oluyor YERLİ ÜRETİM kalmıyor. Üretim olmayınca istihdam
da olmuyor.
Ekonomik çöküş...
Herkes lüks yaşamak istiyor.
Herkes bol tatil yapmak istiyor.
Sonra da ülke neden batıyor diye hayıflanıyor.
Neyse...
2019 yılının Temmuz ayında kendi isteğimle, 4.5 yıl idarecilik yaptığım
okuldan başka bir meslek lisesine idareci olarak geçtim.
Bu okulun da modern, üstün, örnek, rol modeli, yenilikçi olması için
çalışmalara başladık.
Önce okulun tüm öğrenci sıralarını 4-5 öğretmen arkadaş işbirliği yaparak
boyadık. Bu iş için 300-400 TL bir bütçe yeterli oldu.
Daha sonra okulun tüm sınıflarını ve koridorlarını boyamaya karar verdik.
Cezaevinde bulunan kişilerden emek yönünden istifade edelim dedik.
İlgili kurum 5700 + KDV işçilik talep etti.
Bu bedel bize biraz yüksek geldi.
Piyasadan bir esnaf çağırdık.
O da her şey dahil 20.000 TL'ye hallederim dedi.
Bu da çok dedik.
Tam o esnada İstanbul'dan E..... AŞ firması bizi aradı. "3000 TL'lik boya
alınız. Faturayı bize yollayınız" dedi. Denileni yaptık. Boyaların ve diğer
gereçlerin yüzde 80'ini aldık.
4-5 öğretmen arkadaş boyama işine başladık. 6-7 sınıfı boyadık. Ancak bu
işin estetik yönü olduğunu, sanatkar kişilerin daha güzel yapabileceğini
idrak ederek işi bıraktık.
Okulda evladı okuyan, bir kurumda çalışan 2 kişi bize cüz'i bedel ile destek
verebileceğini iletti.
İki kişiye sembolik yevmiyeler ödedik. Yaklaşık 10 günlük zamanın sonunda
okulun tüm sınıfları ve koridorları ev gibi pırıl pırıl oldu.
Boyama işine destek olan iki kişiye yaklaşık 3000 TL kadar bir para ödedik.
Nihayetinde okulun tümünün boyanması için 6-7 bin TL yetti.
Belki çok kaliteli olmamış olabilir ancak gideri düşük tutmayı mümkün
kılabildik...
E... AŞ firmasının yanında meramımızı anlayan 8-10 kişi okulumuza
50-100-150-200-300-500 TL gibi bağışlar da yaptı.
Onların kim olduğunu Facebook hesabımda yayınladım. Sayfanın alt
kısımlarında görebilirsiniz.
1983 yılında öğretim faaliyetine başlayan, 7 ayrı bölümü (alanı) olan
okulumuzun başka ihtiyaçları da mevcuttur.
Göreve başladığım günden bu yana aradan geçen 45 günlük süreçte irtibata
geçtiğimiz binlerce kurum ve kişiden şu ana kadar 20 civarında kurum, kişi,
dernek bize geri döndü.
Okulun eksiklerinin azaltılması konusunda destek olacaklarını ilettiler.
İzmit'ten bir firma 25 PC yolladı.
Düzce'den bir firma 7 dikiş makinesi yolladı.
İstanbul'dan bir firma 64 kg çamaşır suyu yolladı.
P.... Belediyesi 86 adet kitap yolladı.
Balıkesir'den bir hayırsever 50 led lamba yolladı.
Devrek ilçesinden bir hayırsever 50 led lamba bağışladı.
İstanbul'dan bir yayınevi 20 kitap yolladı.
İstanbul'dan bir yazar 22 kitap yolladı.
İstanbul'dan bir hayırsever 10 top A4 kağıdı yolladı.
D.... AŞ okulun moda-giyim bölümünün kumaş ihtiyacını karşılayacağını
taahhüt etti.
Ankara'dan S.. otel mutfak gereçleri verebileceğini ifade etti.
A... derneği yardım edeceğiz dedi.
S... derneği yardım edeceğiz dedi.
vb. vb.
Sizler de kullanmadığınız, fazla olan gereçlerinizi mesleki ve teknik
eğitimin yapıldığı okullara iletebilirsiniz.
ÜRETİM olmadan kalkınma olmaz.
Osmanlı ÜRETEMEZ olduğu için BATTI.
Lütfen 1838 tarihinde İngilizlerle imzaladığımız BALTA LİMANI ANDLAŞMASINI 1
kere okuyunuz.
Osmanlı'nın neden battığını ŞAK diye anlarsınız.
Gerisi boş laftır.
Bir ülkede TEKNİK, FEN, ÜRETİM, PROJE YOKSA orada bereket olmaz.
FİNLANDİYA, İSVİÇRE, SİNGAPUR, İSVEÇ, HOLLANDA, İSRAİL ne yapıyor bir
bakınız.
6.5 milyonluk İsrail'in yıllık ihracatı 165 milyar dolar.
45 milyonluk G. Kore'nin ihracatı 650 milyar dolar.
16 milyonluk Hollanda'nın ihracatı 703 milyar dolar.
İnanmayan Google'a sorabilir.
Ali Özdemir
|
|